Melih KUYULU
İsmiyle beraber anılacak kadar gür bir sakalın, al yanaklarına kondurulmuş iki boncuk gibi duran boğazın güzel rengindeki gözlerin ve içine kedilerin, baykuşların, kitapların yani hepimizin sığabildiği gepgeniş bir yüreğin heybetli sahibi Lütfü Seymen’in ardından söyleyeceğim her cümlenin eksikliği elbette sezilecek, her kelimem eşikte takılacak. Yine de “…Baktıkça görür gibi oluyorum/ Beni seyreden yüzleri…” mısralarından cesaret bulup aziz hatırasına birkaç söz söylemek istiyorum.
Bir insan olarak tüm iyi sıfatları hak eden Lütfü Seymen mesleğindeki en değerli sıfata bihakkın haizdi yani sahhaflar arasında “insaflı” olanlardandı. Kendisinden talep edilen kitap veya bilgiyi talibiyle hızlıca ve makul bir bedelle çoğu zaman da bedelsiz kavuşturmak onun marifetlerinden yalnız biriydi. Tanışıklığımız süresince dürüstlük, hakperestlik, iyilik ve merhametten başka bir şey görmedim onda belki biraz öfke ama bu da her zaman haksızlıklara karşı gösterdiği haklı bir öfke…
Bütün kitapseverler için olduğu gibi benim de sığınağım olan o ufacık dükkanına yaklaştıkça önce tezgahtaki kitaplar, kitapları aştıktan sonra sigara dumanı ile gayet samimi bir ses ve daha da yaklaşınca sohbetinde çiçekler gibi açan rakik küfürlerini duymaya başlar en sonundaysa heyecanı giderek artan bir sohbete birdenbire dahil olurdunuz. Bu sıcak sohbeti içinde gözlüğünü başından alıp gözlerinin üstüne ve gözlerinin üstünden de alıp başına koyması, önündeki kitapları incelikle düzeltmesi veya tütün paketlerine hızlı notlar alması … tüm bunlar bir temaşa halini alarak sohbet içinde kendinizi kaybetmenize sebep olur ancak ısmarladığı bir çay aklınızı kendisinin elinden alıp başınıza geri getirebilirdi.
Karşısındakini asla görünümü, konumu, yaşı yahut unvanıyla tartmaz fakat ilk bakışta karşısındakinin kitaplarla kurduğu ilişkiyi anlar, bu kişinin kitapların muhibbi mi, mecnunu mu yoksa muzırı mı olduğunu bilirdi. Kitapların hem hizmetkarı, hem efendisiydi.
Aramızdaki yarım asırlık yaş farkını daha ilk tanışmamızda bir kenara atıp neşeyle ve şakalarıyla sarmıştı beni. Her sohbetimizde söz mutlaka Kastamonu’ya uğrar hele Cide’den geçerse gözleri parlardı. Yaşar Nezihe ile Yusuf Niyazi’nin karmakarışık hikayesi, Kastamonu Vilayet Matbaası veya Hoca Mahir Efendi’den (Ballıkzade) bahsetmekten aldığı haz, göstermeye bile kıyamadığı o geniş koleksiyonunda gezmenin vereceği hazdan kat kat fazlaydı yani her ne kadar uzakta olsa da hemşerilerinin derdi onun da en içten derdiydi ama ne yazık ki onun dertleri, başına gelenler hemşerilerinin derdi olmadı. Kastamonu için verdiği çabaya (YKY tarafından yayımlanan “Üsküdar’a Kadar Kastamonu” bu çabanın somut delillerinden yalnız biridir.) karşın taltifi bir kenara bırakın gerçek bir şükran ifadesini bile tadabildiğini sanmıyorum.
Geçen sene kendisinden hatıra olması için defterime ufak bir portresini yapıp imzasını almak üzere Mühürdar’a gitmiştim görür görmez çok sevinmiş, incelemiş, imzalamıştı. Onun bu sevincini bir daha tatmak ve kendisine hediye etmek arzusuyla bu sefer de suluboya ile bir portresini yaptım ancak ne bu naçiz hediyeyi takdim edebildim ne de o gülen yüzü son bir kez görebildim. Şimdi Kadıköy vapuruna binip Lütfü Seymen’i ziyaret etmekten, gülen yüzünü görmekten mahrumum o ise beşeriyetin tüm bentlerinden kurtuldu.
Hatırası yıldızların parlaklığında, bizlerin kalbinde ve hep sevdiği kitapların en güzel sayfalarında kalacak.
Hepimizin “cancağızı” hoşça kal…