Öncelikle ifade edeyim, başlık benim değil Zekâi Tunca’nın. Çok üzüntülü bir ortam için “cenaze evi gibi” diye bir deyim kullanılır. Korona virüsü insanları şaşkına çevirdi. Bilim hastalığa çare arıyor, bazıları da kaderciliğe sığınmış gönlünü avutuyor. Virüs ne fakir, ne zengin tanıyor, insanları önüne katmış gidiyor. Binlerce yıldır görülmeyen bir bela ile karşılaştı insanlık. Büyük geçinenlerin ödü kopuyor. Tıb bilimi şu an çaresiz. Bütün beklenti, hastaneleri taşıracak kadar yoğunlaşma olmasın.
Salgın hastalıkların tarihine bakınca önemli olaylar var. Ancak bunlar yerelde kalmış, ölen ölmüş, sağlar yaşamış. İnsanlar bugünkü gibi çok seyahat etmediği için hastalık da yayılamamış. Çin’den çıkan bir salgın hızla gidiyor. Eskiden Avrupalı seyyahlar Çin’e gidermiş, şimdi virüs Avrupa’ya geliyor. Bir kişi on kişiye bulaştırıyor, diyor uzmanlar. On kişiyi on rakamıyla çarpsak yüz eder. Çıkan sayıları hep on rakamıyla çarpmaya devam etsek altıncı işlemin sonunda sayı yüz milyona ulaşılıyor ki ülkemiz nüfusunu geçiyor.
Bilinçli toplumlar gerekli önlemleri aldı, zayiatı en az kayıpla atlatmak istiyor eğer güçleri yeterse. Şu an itibarıyla salgının gerilediği filan yok. Tahminler tutacak mı, bekleyip göreceğiz. Dünyanın en gelişmiş devletleri aşı, ilaç bulmak için uğraşıyor. Bulurlarsa milyar dolar kazanacaklar. Geçenlerde bir yazıda okudum, kuş gribinde, İsviçreli bir ilaç firması yirmi milyar Dolar kazanmış. Adına kuş gribi dedik; köyde tavuklar kesilirken Nasrullah meydanında güvercinleri besledik.
Dünyada iki sektör çok güçlü: Silah ve ilaç. Almak zorundasınız, hem de peşin para ve yüksek fiyatla. Virüs öyle bir çarptı ki bilim kontrpiyede kaldı. Demek ki büyüklerden de büyük var. Şu an nükleer teknoloji, silah işe yaramıyor.
Malum, evden çıkamıyoruz. Koronayı 65 yaş üzerindekilere ihale ederek çözeriz sandılar. Namık Kemal’in, “Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükümetten” dediği gibi, biz de sahadan çekiliverdik. Kazın ayağının hiç de öyle olmadığı anlaşıldı, yanlış hesap Bağdat’a varmadan döndü. Bu kez gençleri de sokaktan topladılar.
Dört haftaya yaklaştı, dışarı çıkmadım. Sevenlerimi Allah eksik etmesin, arıyorlar. Hasretimden başka şikâyetim yok. Kurallara uymak lazım. Evde canım sıkılıyor elbette. Kütüphaneye gidemediğim için üzülüyorum. Çare tükenmez, ben de şarkı dinliyorum, internet üzerinden. Çok uzun zamandan beri müzikten uzak kaldım. Repertuar neredeyse sıfıra yaklaşmış.
Şarkıları dinlerken müziğin ritmine, havasına kapılıp gidiyoruz. Bazı kelimeleri de anlayamıyoruz. Benim önerim şu olacak. Evvela şarkının güftesini iyi okuyun. Ne demek istiyor? Şarkıyı önce mânâ olarak kavramak gerekiyor, sonra müzik. Güfte, makam, beste birbirine uygun olmalı; okuyan sanatkârın kişiliği de mühim. Aynı şarkıyı birkaç sanatkârdan dinledim; hepsi de farklı intiba bıraktı bende. Bestekârların hayat hikâyelerini de okuyorum. Beste yapmak çok önemli. Güfte ne kadar güzel olursa olsun, mutlaka beste. Zaten meşhur şarkılar bestekârın adıyla anılır. Bu açıdan çok zenginiz,
Güftesi ve bestesi Zekâi Tunca’ya ait bir şarkı dinledim ama pek kavrayamadım. Hemen güfteyi buldum, önce şiir olarak anlamaya çalıştım. “Aşka merakım ezelden.” Düz mantıkla bakınca piyasa aşkı sanıyorsunuz. Ancak öyle değil. Sevmekten söz ediyor ama sonunda Yaradan’a ulaşmaya çalışıyor:
Aşka merakım ezelden
Sen güzel bir bahanesin
Mahrum değildim güzelden
Ben sende sevmeyi sevdim.
Bir daha sevemiyorum
Bahane bulamıyorum
Kendimi kandırıyorum aslında
Ben sende Yaradan’ı sevdim.
Üzerinde durmak istediğim şudur: Şarkıda; hasret, sevda, sevgi, aşk gibi duygular dile getiriliyor. Lise yıllarımızda Mecnun’un, Ferhad’ın tek taraflı platonik aşklarından çok etkilendik. Leyla’ya duyulan sevginin kaynağına ulaşmak istedik. Her birimiz, Mecnun gibi bir rol üstlendik ama yaşımız gereği çözemedik, oradaki gizemi.
İki gönül arasında başlayan sevgi, zamanla aşka dönüşür, kutsallaşır. Ne var ki aşk yolları dikenlidir, yürümek için sabır, dikkat ister. Sabrın sonu selamettir derler. Beşerî mânâda bir kişiyi sevmek gönlümüzü hoş kıldığı gibi, ruhumuzu da terbiye eder. Birini seviyoruz ama bu güzelin sahibi kim, düşünmüyoruz. Yunus Emre der ki; “yaratılanı sevdik, Yaradan’dan ötürü.” O halde aşkı yüceltmek gerek. O zaman Yaradan’la yaratılan arsındaki ilişkiyi daha yukarılara taşımak zorundadır insan.
Tasavvufta her yol, ruhun gerçek sahibi Yaradan’a ulaşır. En büyük aşk O’dur. Dünyadaki bütün temiz aşklar, Yaradan’a ulaşmak için bir vasıtadır aslında. Bir sevgili üzerinde önce sevmeyi deneyecek insan. Becerebiliyorsa yoluna devam edecek.
Hasret olmadan aşk olmaz. Aşkın asıl kaynağı hasrettir.
“Sevdayı besleyen hasret,
Haddi aşar, olur külfet,
Sabrı mahduttur nihayet
Ben, sana ermeği sevdim.”
Gönüllerimiz sevgiyle dolsun. Yüce Rabbim huzurlu günlere tekrar kavuştursun bizi.
MUSTAFA ESKİ