Bilimin temeli akılcı düşünceye dayanır. Çevremizdeki olayları analiz ederken veya karşılaştığımız sorunları tartışırken mutlaka bilimi rehber etmeliyiz. Öyle zamanlar oluyor ki, doğruda uzaklaşıyor, onun yerine gerçekle ilişkisi olmayan yanlışları koyuyoruz. Hatta “doğru bilinen yanlışlar” şeklinde bir dil bile kullanılır oldu.
Bu neden, niçin böyle? Bir defa toplum olarak kitap yerine kulaktan duyma bilgilere iltifat ediyoruz. Okuyup araştırmak işimize gelmiyor; tembellik ediyoruz. Ulaştığımız bilginin kaynağını sorgulamıyoruz. Doğru mu, yanlış mı; akla, bilime, mantığa uygun mu?
Şehirden örnekler verelim: Kalemizle övünüyor, herkesin görmesini istiyoruz. Kalenin tarihi tam bilinmiyor; doğal olarak eski çağlara kadar uzanıyor. Roma, Bizans dönemlerini yaşamış. Biz, Anadolu’ya 1071’den itibaren gelmeye başladık. Kaleyle ilgili bilgi verilirken hemen efsane yaratıyoruz. Kabak tadı veren, bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan şu “kastın ne idi moni” safsatasını artık çöpe atalım.
Bir diğer husus, şehrin simgesi Nasrullah köprüsü. Beş gözlü köprü iki taraftan kesile kesile bugün iki gözü kaldı. İnsanlar yer belirlerken köprünün gerçek adını kullanmıyor, “kambur köprü” diyor. Şehre yeni gelenler, işin doğrusunu öğreninceye kadar hoş görebiliriz ama şimdi şehrin yerlisi de aynı ifadeyi kullanıyor. Kamburluğu bir kenara koyalım; köprü yapılırken o zaman böyle bir şekil seçilmiş. Eski taş köprülerin tamamında orta bölüm yüksektir. Bu, teknolojik bir zaruret. Köprüyü tanımlarken tarihî kimliğine lütfen saygı duyalım. Sonra kamburluk, körlük, sağırlık, topallık gibi bazısı genetik, bazısı da kaza ile sonradan meydana gelen fizyolojik sakatlıkları niçin küçümsüyoruz? Sağlam iken, ufacık bir kaza ile sakat kalacağımız neden aklımıza gelmiyor?
Şehrimizin simgelerinden biri diğeri Nasrullah Câmii. Asırlardan beri hizmet veriyor; namazlarımızı kılıyor, cenazelerimizi oradan uğurluyoruz. Millî Mücadele yıllarında Mehmet Âkif Ersoy Kastamonu’ya geldi, Nasrullah Camii’nde yaptığı konuşmalarda halkı birliğe davet etti. İlk konuşmasını da 19 Kasım 1920 günü yaptı. Kitaplarda yayımlandığı için bu konuşmanın üzerinde durmayalım. Yanlış bilgilerden biri de şu: İstiklal Marşı ilk defa Nasrullah Câmii’nde okunmuş. Külliyen yanlış; Nasrullah Câmii ile İstiklal Marşı’nın uzaktan yakından ilgisi yok. İstikal Marşımız ilk kez Sebilürreşat Dergisinin Ankara’da basılan 17 Şubat 1921 tarihli nüshasında yayımlandı. Dört gün sonra, yani 21 Şubat günü de Kastamonu’da Açıksöz gazetesinde neşredildi. Hal böyle iken hâlâ ilk kez Kastamonu’da yayımlandı diyerek; bir de işin içine Nasrullah Câmii’ni katarak yanlışlar zincirine devam etmenin gereği var mı? Bunların doğrusu kitaplarda yazılmış, niçin okumuyoruz?
Saat Kulesi de bir dert. Çalar saatler Osmanlı modernleşmesinin bir ürünüdür. Özellikle 1880 sonrasında bazı şehirlerin merkezlerine konmuş, hâlâ çalışıyor. Zira o yıllarda şimdiki gibi her evde saat yoktu. Kastamonu’da ihtiyaç ortaya çıkınca Fransa’ya sipariş verilmiş. Konuşlanacak yer aranmış. Önce kalenin kuzey yamacı düşünülmüş ama jeolojik yönden zemin sağlam görülmemiş. Ayrıca kuzey tarafın rutubetli olacağı, bu nedenle saatin işleyişini sağlayan metal aksamların küflenmeye sebep olacağı akla gelmiş. Bunun üzerine Sarayüstü denilen bugünkü yerine konuşlandırılmış. Mesele bundan ibaretken, şimdi tutturmuşlar; saat İstanbul’dan, bilmem Sarayburnu’ndan sürgün gelmiş safsatasını üretip insanların kafasına sokuyorlar. Nereden bakarsanız bakın bugün itibarıyla 132 yıllık bir geçmişi var. Gelip gidenlere de bunu tarihsel bilgi diye aktarıyoruz. Hangi devirde yaşıyoruz? Bir toplum doğru bilgiden uzaklaşır mı? Hadi diyelim ki bunları sözle aktarıyorsunuz. Ya yazıya geçirilenlere ne demeli?
Simit konusuna değinmeden geçemem. Simit, bizim çocukluğumuzun en önemli gıdası. Bir simit, bir çay; öğün savuştururduk. Lokantaya girip yemek yeseniz ya paranız yetmez veya işiniz aceledir, vakit kalmaz. O zaman bir çayla bir simit, mis gibi karnınızı doyurur. Hatta çaya da gerek yok, elinize alır, cebinize sokar, parça parça yer gidersiniz.
Bizim okula gittiğimiz 1950’li, 60’lı yıllarda fırınlarda gevrek, iyi pişmiş simitler yapılırdı. En meşhuru da Boyacılar içindeydi. Kastamonu’da üç tür simit vardı. Susamlı, susamsız ve kuru simit. Kuru simit halka şeklinde olur, tavada pişer, beş tanesi iplikle bağlanır, beş kuruşa satılırdı. Yaygın bir üretimi yoktu; Tabaklar semtindeki bir fırını hatırlıyorum.
Susamlı simit şimdiki gibi tavada değil doğrudan fırının tabanında pişirilirdi. Bir susamlı simitle bir bardak çay ciddi anlamda insanı doyurur. Tanesi 10 kuruştu; sonra fiyatlar uzadı gitti. Fırın sahipleri kusura bakmasın; bugün Kastamonu’da üretilen susamlı simitler bizim orijinal, yerli simitlerimiz değil. Onun için de lezzetini beğenmiyorum. Tavada piştiği için biraz da yağ bulaşıyor elimize.
Gelelim en çok tükettiğimiz diğerine. Bunun adı doğrudan doğruya simit’tir. Hele yanında bir miktar çemenli pastırma, tulum peyniri, eski kaşar, zeytin olursa hatırlı misafirleri bile ağırlarsınız. Ne yazık ki bugün eski simitler gibi pişkin, gevrek, leziz değil. Bir iki saat içinde soğuyunca lastik gibi oluyor. Az kaldı fiyatını unutuyordum; beş kuruştu.
Bazı kişileri eleştireceğim. Bahsettiğim simit için “kel simit” ifadesini kullanıyorlar. Bir, iki derken alışkanlık haline gelmiş, dile yerleşiyor. Çok ayıp, utanılacak bir şey. Kastamonu kültüründe olmayan; geçmişte hiç duymadığımız, işitmediğimiz bir ifadenin günümüzde bu şekilde kullanılması akıllara ziyan. Kadîm kültürümüzü yozlaştırmaya ne hakkınız var?
Başka yanlışlar da var ama bugünlük yeter; fazla ayrıntıya girerek milleti karşımıza almanın bir anlamı yok.